Bu üç romancıdan her birinin kendine ait bir alanı vardır. Balzac toplum dünyasını, Dickens aile dünyasını, Dostoyevski bireyin ve insanlığın dünyasını anlatır. Bu üç alanı karşılaştırdığımızda farklılıklar hemen kendini gösterir, ama ben bu farkları değer yargısı olarak ima etmeye ya da bir sanatçının ulusal unsurlarını eğilim ya da kaçış diye vurgulamaya çalışmıyorum asla. Her büyük yaratıcı bir bütündür, onun sınırları ve ağırlığı kendi içinde ve kendi ölçüleriyle olur: Sadece bir eserin içinde özel bir ağırlık söz konusudur, adaletin kefesinde tartılabilecek mutlak bir ağırlık yoktur.
Hayatı boyunca ona ulaşabilmek için mücadele etmiş ve inanca "kuru bir ot gibi" susamıştır. Ebediyen parçalanmış olan birliğe kavuşmak ister, ebediyen kovalanan sığinacak bir yer; ebediyen kovulmuşa, tutkunun bütün hızlı akıntılarıyla.el gibi akana bir çıkış, bir huzur, bir deniz gereklidir.
Dostoyevski Tann'yı böyle hayal eder, bir sükunet olarak ve onu sadece bir ateş olarak bulur. Kendisi küçücük olmak ister, zekasından kurtulmak ister, ona karışabiirnek için, bir kömürcü gibi inanabiirnek ister, "yüz elli kiloluk
şişman tüccar karısı" gibi olmak ister, her şeyi bilen, her şeyin bilincinde olan biri olmaktan vazgeçmek ister, inançlı olabilmek için, tıpkı Vedaine gibi yalvarır...
Tolstoy, işlediği bütün günahlardan ötürü kendini suçlamıştır. Dostoyevski ise susmuştur. Ama onun bu susması Tolstoy'un bütün suçlamalarından çok daha yakındır Sodom fikrine.
Dostoyevski'yi çeken şey kumardır, "ya hep ya hiç"tir. Yeşil çuhanın önünde, iradesi yarı bilinçli yarı bilinçsiz olarak, hic durmadan kaderine meydan okumuştur.